Sevgili dostum Nail Güreli’yi yitireli yedi yıl olmuş. Sanki dün gibi geliyor bana. Ortak arkadaşlarımızla hâlâ aramızdaymışçasına o denli sık söz ediyoruz ki Nail’den, öldüğünü unutuyoruz. Nail’in unutamadığımız ilginç davranışları vardı. Mesela kendisine hatır soran “Nasılsın Nail Bey” diyenlere kısa bir yanıt verirdi. “Mecburen iyiyim.” Evet, Nail ekonomide, siyasette, dış politikada, Türkiye’nin hal ve gidişinin iyi olmadığını görür ama iyimser olmaktan da vazgeçmeyen bir demokrat mücadeleci olarak iyimser olmayı da unutmazdı. Bugünlerdeki duruma bakıp ben de zaman zaman “Mecburen iyiyiz” tümcesini söyleyip duruyorum. Benim Türkiye Gazeteciler Cemiyeti serüvenim onunla başlamıştı. 1994 yılında gerçekleşecek bir kongre öncesiydi. İki grup Cemiyet yönetimine liste çıkarmıştı. Birinin başında Nail Güreli vardı, diğerinin başında da Orhan Taşan. O günlerde TRT Haber merkezindeydim. İki gruptan da teklifler geliyordu bana. Gruplara son noktanın konulacağı toplantı Pera Palas’ta düzenlenecekti. Toplantıya gittim. Kalabalık ve yoğun bir kulis ortasında köşede bir masaya oturdum. Orhan Taşan el etti. ‘Tamam di mi’ diye. Ses etmedim. Derken Nail geldi. O zamana dek sadece selamlaşmakla yetiniyoruz, sohbetimiz ise bir iki sözcükten öteye gitmemiş. Ne var ki, Nail’in dürüst bir gazeteci, sosyal bir demokrat olduğunu da biliyordum. Adımla seslenerek “Ya dedi bir terasa çıkalım mı?” Pera Palas’ın terasına çıktık. Orada bana Cemiyetle ilgili tasarılarından söz etti ve beraber çalışmayı önerdi. Hoşuma gitmişti. Kabul ettim. 1994 yılında yapılan seçimde yönetim kuruluna girdim. Yönetimde bizim listeyi de delerek giren Orhan Taşan da vardı. İki yıl sonra yeniden seçimlere girerken her zamanki gibi gazetecilere baskıların yoğunlaştığı bir döneme de giriyorduk. Bu ortamda Evrensel Gazetesi Muhabiri Metin Göktepe’nin öldürülmesi hepimizi son derece üzdü ve şaşkına çevirdi. Dönemin emniyet müdürü, dönemin bakanı Metin’in bir kaza sonucu öldüğünde ısrar ederken Cemiyet adına Nail Güreli unutulmaz bir mücadelenin adımlarını attı. Ve sonuçta genç gazetecilerin Nail abisi olarak kayda geçti. Nail Güreli’nin Cemiyet Başkanlığında yıldızının parladığı günlerdi. Nitekim bir sonraki seçimde bütün kurullarıyla birlikte kazanmayı bildi. O dönemde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi Umur Talu’nun da özenli çabasıyla gerçekleşti.
Nail’i anınca şimdi bütün bunlar bir film şeridi gibi geçiverdi aklımdan. Sonraları dostluğumuz çok daha ileri gitti. Bir kardeş ilişkisine dönüştü. Dolayısıyla aramızda sır kalmadı. Zamanla Nail’in Kabataş Lisesinden benim de Beşiktaş semtinden arkadaşımız Prof. Dr. Turgay Atasü de aramıza katıldı. Ayrılmaz bir üçlü haline geldik. Şimdi bakıyorum da o türlü dostluklar, arkadaşlıklar nasıl da azaldı toplumumuzda. Metin Göktepe öldürüldüğünde genç gazeteciler arasında başlayan o muhteşem dayanışma şimdilerde nasıl da yok oldu. Gazetecilik bir emek işi olmaktan çıktı. Siyaset-sermaye arasına sıkışmış bir garip topluluk haline geldi. Köroğlu’nun dediği gibi “Delikli demir icat oldu mertlik bozuldu.” Dijital ortama girildiğinden beri ne televizyonda ne sosyal medyada haberin dürüstünü, haberin doğrusunu bulmak okurlar ve izleyenler için hayalden öte bir şey. Sonra ne diyor iktidar çevreleri, dezenformasyon, maniple edilen haberler diye ortalığı yıkıyorlar. Oysa bu ortamı yaratanların kendileri olduğunu unutuyor ya da unutturmaya çalışıyorlar. Emek insanlarının haberlerinin en masumu bile iktidar yanlısı gazetelerin sayfalarına girmiyor. Bazen düşünüyorum Nail Güreli olsaydı ne yapardı. Bunca yasak, bunca sansür, bunca korku iklimi arasında nasıl bir mücadele verirdi?
İşte böyle Sevgili Nail, yeni yıldan bu yana Türkiye’de hiçbir şey değişmedi tersine daha da kötüleşti. Muhalefetin olmadığı, iktidarın sapla samanı birbirine karıştırdığı bir çağı yaşıyoruz. İnsan hak ve özgürlüklerinden söz etmiyorum bile. Seni çok özlüyorum arkadaşım. Huzur içinde uyu.
Yazıyı ikimizin de sevdiği, şair Gülten Akın’ın kısa şiiriyle sonluyorum.
1990’lı yıllarda Nail Güreli ile başlattığımız Türkiye Gazeteciler Cemiyeti mücadelesini uzun bir süreçten sonra 25 Aralık 2023 Pazartesi günü noktaladım. Neydi mücadelemiz; Türkiye Gazeteciler Cemiyetini dışa açmak, gazeteciliğin içinde hep var olan hak ihlallerine karşı çıkmak ve kurum içi demokrasi ağını kurmak…
Bunların tümünü 1998’de Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin seçimlerini bütün kurullarıyla kazandığımızda kolayca gerçekleştirdik. O dönemde bize destek veren kimler vardı? Şakir Süter, Umur Talu, Orhan Erinç, Zeynep Atikkan ve şu anda ismini sayamadığım diğer arkadaşlarımız. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni de ilk kez o yıl meslektaşlarımızla paylaşma olanağı bulmuştuk. Şimdi bakıyorum yola beraber çıktığımız arkadaşlarımızdan başta Nail Güreli olmak üzere Orhan Erinç’i, Şakir Süter’i, Seçkin Türesay’ı ve daha nicelerini yitirdik. Ama gazeteci arkadaşlarımızın güvenini kazandık. Ve o güvenle bugünlere kadar geldik. 2013’de yapılan TGC Genel Kurulunda listemiz yeniden kazandı. Ve arkadaşların desteğiyle ilk kez cemiyet başkanlığına seçildim. Bu onurlu görevi elimden geldiğince en iyi biçimde yapmaya çalıştım. Hep söylediğimiz gibi zaman acımasız. Acı tatlı günleriyle ama hep mücadeleyle geçen 10 yıl boyunca yalnız yönetim kurulu arkadaşlarımdan değil hemen üyemiz tüm gazetecilerden destek görmek benim için büyük bir bahtiyarlıktı. Şimdi ayrılma zamanı. Türkiye Gazeteciler Cemiyetini bundan böyle arkadaşlarım yönetecek. Ve biliyorum ki Sedat Simavi’den aldığımız güçle cemiyetimiz hep bağımsız, bağlantısız gazetecilik çizgisinde yürümeye devam edecek.
Bu arada başkanlıktan istifa kararını almamda etken olan yeni durumlarda ortaya çıkmıştı. Doğup büyüdüğüm, çok sevdiğim ama her gün biraz daha yaşam koşullarımı zorlayan İstanbul’dan ayrılma kararını verirken gerçekten çok zorlandım. Çocuklarımla, torunlarımla Antalya’ya yerleşmeye karar verdiğimizde bu kararın beni bu denli zorlayacağını düşünmemiştim. Aradığım biraz huzur, biraz didişme-kavga ortamından uzaklaşmaktan başka bir şey değildi. Dostlarıma bu duygularımı anlatırken “Sen hele bir git, İstanbul’daki o didişmeyi bile özleyeceksin” dediklerini unutmuyorum. Ama gerçekten ülkenin içinde bulunduğu durumu, her gün biraz daha kötüleşen siyasal yapıyı, gazetecilere, bilim insanlarına, emekçilere yapılan baskıları gördükçe yer değiştirmekle insanın huzur bulacağı gibi bir düşünceye hiç kapılmadım. Tersine daha da güçlenmiş, bilenmiş olarak yazılarıma devam edeceğim. Evrensel beni kabul ettikçe Evrensel’e yazmaya devam edeceğim. Cezaevindeki arkadaşlarımın, dostlarımın sorunlarıyla ilgilenmeyi sürdüreceğim.
İşte dostlar bir ayrılığın öyküsünü anlatmak istedim sizlere içimden geldiğince. Eskiler “Tebdili mekanda ferahlık vardır” demişler. Benim istediğimse sadece biraz huzur ve karanlığı yırtan güneşli bir ortam.
Bu yazıyı da alışagelmiş olduğumuz üzere bir şiirle bağlayalım. Şiirimizin büyük ustalarından Edip Cansever’in dizeleriyle: FILDIRFIŞ
Yeni yıl bana hep kendimle baş başa kaldığım bir tür arınma ritüeli gibi gelir. Dinlerle aram hoş olmadığı için dinsel yanını umursamam. Ama acısıyla, tatlısıyla geçmiş bir 365 günün muhasebesini de titizlikle yaparım. Mesela 2023, cumhuriyetimizin yüzüncü yılıydı. Almanakları karıştırıyorum. Zorlu koşullardan geçerek var olmuş bir ulusun bireyleri bu cumhuriyetin kazanımlarını gerçekten anımsayabilmeyi becerebildiler mi? Ya da becerebildik mi? Hiç sanmıyorum. Koca bir toplum cumhuriyetin 100. yılında hâlâ beşiğine yatırılmış bir bebek gibi uyutulup duruyor. Orta Çağ kurallarıyla büyütülüyor. Çağ dışı öyküler fısıldıyorlar gencecik insanların, kocaman büyüklerin kulaklarına. Toplumumuz bir tuhaf. Yıl 2024 yani yeni bir çağın ilk çeyreğini hemen hemen geride bıraktık. Ama hâlâ gerçekleri görmeyen, duymayan, konuşmayan bir topluma sahibiz. Bu kadarla kalsa iyi. Görmeyen, duymayan, suskun insanlar üstüne üstelik görenleri, işitenleri, gerçeği arayanları, bilimin peşinde koşanları cezalandırmak, toplum dışına sürmek, hatta yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Soruyorlardı bana, yılbaşını kutlamayacak mısın? diyorlardı. “Birbirlerinin kopyası gibi gidip gelen yılların nesini kutlayacağım” diye yanıtlıyordum ben de. Yoksulluk mu kalkacak, eşitlik mi gelecek, kadınlar ikinci sınıf yurttaş olmaktan mı kurtulacak, silah endüstrisini zengin eden savaşlar mı sona erecek, güçlünün güçsüzü ezdiği düzen mi değişecek? Biliyorum ki, bunların hiçbiri olmayacak. Ama yılbaşı akşamı önüme bir kadeh şarap koydum. Geleceğe, umuda kadeh kaldırdım. Yüzümden gülümsemeyi, gönlümden umudu, aşkı ve sevgiyi eksik etmeden yineleyip durdum. Benim yılbaşım da bu…
İlhan Berk şiirimizin ustalarından elbette. İlhan Berk’in ressamlığı da var, ayrıca bilgeliği de yalnız şiirlerini değil düz metinlerini de severim İlhan Berk’in gelin bu yazıyı onun bir şiiriyle sonlayalım: “Güneşi Yakanların Selamı”
1 Eylül Uluslararası Dünya Barış Günü’dür. Barış üzerine bir şeyler yazmak için hazırlık yaparken bir yandan da düşünüyordum. Gezegenimizin dört bir yanında savaş ve şiddet insanlığı kasıp kavururken “barış” sözcüğünü nereye oturtacaktık. Kaldı ki yeni bir Orta Çağ iklimi yaşayan tek adamlı pek çok ülkede barış sözcüğü çoktandır yasak kapsamına alınmıştır. Kendi ülkemizi ele alalım. ‘60’lı yıllardan sonra hemen her 10 yılda bir askeri ve sivil darbelere sahne olan Türkiye’de özellikle genç okurlar için birer örnek sunalım. 12 Mart darbesinden hemen sonra Türkiye’nin yüz akı sanatçılar Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Tilda Gökçeli, Magdi Rufer Eyüboğlu apar topar evlerinden alınarak Selimiye Kışlası’na götürülmüşlerdi. Suçları büyüktü! Her perşembe arkadaşlarından birinin evinde toplanıp barış, dünya barışı, sanat ve felsefe sohbetleri yapıyorlardı. 12 Eylül geldiğinde ise başka bir trajikomik olay yaşandı. Başkanlığını Büyükelçi Mahmut Dikerdem’in yaptığı Barış Derneği Genel Kuruluna katılıp görev üstlenen bütün barışçılar yargılanarak cezaevine konuldular. Sıkıyönetim mahkemelerinin barış kavramı konusunda tutumu acımasızdı. Bu yargılamalarda barış yanlısı pek çok meslektaşımız, yazar, şair, tiyatrocu, bilim insanı hüküm giydi. Aralarında Ali Sirmen, Hüseyin Baş, Niyazi Dalyancı, Ataol Behramoğlu, Orhan Adli Apaydın, Kemal Anadol ve Ali Taygun gibi isimler de yer alıyordu. Barış davası deyince aklıma hemen dostum, sırdaşım Niyazi Dalyancı gelir. Onun hapishane öykülerini, hiç eksik etmediği gülümsemesiyle anlatışı çınlar kulaklarımda. Barış davası da Türkiye siyasi tarihinin utanç sayfalarından biriydi. Devlet politikalarıyla insanları muhbir durumuna düşüren bir süreçti başlatılan. Bu süreç 12 Eylül’den sonra da çok canlar yaktı. Gazeteciler öldürüldü, yargısız infazlarda gencecik delikanlılar asılsız ihbarlarla yok edildi. Yurttaşlara yaşatılan bu zulüm ne yazık ki günümüzde de hız kesmeden devam ediyor. Hukukun üstünlüğü ayaklar altında paspas edilirken yargı sistemi insanlara güven vermekten çok uzak.
Geçenlerde üstelik de donanımlı bir gazeteci arkadaşımla Niyazi Dalyancı’nın barış gazeteciliği üzerindeki görüşlerini konuşuyorduk. Arkadaşım dedi ki “Barış gazeteciliği de ne demek?” Ben de dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Sahi bütün dünyada emperyalist düzenin insana yönelik acımasızlığını, savaş sanayini savunan yoksul ülkelerin yer altı servetlerine göz diken uluslararası şirketlere övgü yağdıranlar eğer gazeteci ise barışı savunanların da gazetecisi olması neden doğal gelmiyor size.”
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin “gazetecilerin temel görevleri” başlıklı “d” maddesi şöyle başlar: “Gazeteci; başta barış, demokrasi, hukukun üstünlüğü laiklik ve insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur.” İşte gazetecinin görevi tam da budur. Savaş çığırtkanlığı yapmak, ırkçılığı savunmak asla gazetecilik değildir. İnsanı odağına alan haberler yapmak, halka doğruları, gerçekleri anlatmak dışında gazetecinin iktidara yaranmak için, çıkar için yaptığı her iş onu gazetecilik dışına iter. Uluslararası dünya barışını kutlarken barış uğruna bedeller ödeyen yerli-yabancı tüm aydınlara, yazarlara, şairlere, gazetecilere saygı sunuyorum.
Bu yazıyı da Fransız yazınının usta ismi Jacques Prévert’in bir şiiriyle sonlayalım. Dilimize “Aile Hayatı” başlığı ile aktarılan şiiri Orhan Suda’nın yetkin çevirisinden okuyalım:
“Anne yün örüyor
Oğul savaşıyor
Anne buna hiç şaşmıyor
Baba ne yapıyor peki?
Baba tecimle uğraşıyor
Karısı yün örüyor
Oğlu savaşıyor
Kendi buna hiç şaşmıyor
Peki oğul ne diyor bu gidişe
Oğul hiçbir şey
Ama hiçbir şey demiyor bu işe
Anne yün örüyor
Baba tecimle uğraşıyor
Oğul savaşıyor
Bitince savaş
Babasıyla birlikte iş kuracak oğul
Oysa devam ediyor savaş
Anne yün örmeye
Baba tecimle uğraşmaya devam ediyor Oğul ölüyor
Oğul savaşmaya devam etmiyor artık Mezarlığa gidiyor anne ile baba
Ellili yılların sonlarıydı. Üniversiteye hazırlanıyordum. Her genç gibi o tarihlerde benim de kafam karışıktı. Büyük ağabeyimin arkadaşı olan bir dostuna sıklıkla uğrardım. Onunla arkadaş gibi konuşur, zaman zaman tartışırdık. Bana hayat deneyimlerini de aktarırdı. Yine İstiklal Caddesi’ne çıktığım günlerden birinde dostumun antikacı dükkanına uğradım. Sohbete başladık uzun uzun. Benim politikayla ilgilendiğimi sezmiş Türkiye’deki siyaset üzerine hoş olmayan, çözümsüz örnekler anlatıyordu. Bir ara bütün ciddiyetini toplayarak “bak” dedi. “Hangi mesleği seçersen seç bitirdikten sonra iki şey düşüneceksin, ya mesleğinin hakkını verecek insanlara, yurttaşlara hizmet edeceksin ya da çok para kazanmayı, zengin olmayı hedefleyeceksin. Senin ikinci yolu seçeceğini ummuyorum. Ama çok gençsin, ola ki çok para kazanmak istersin. Onun da yolunu söyleyeceğim sana. Bu ülkede çok kazanıp çok zengin olmak istiyorsan kesinkes devlete kazık atacaksın. Devlete kazık atmanın iş adamı için çeşitli yolları vardır. Vergi kaçırmaktan, ihalelere kadar uzayan, siyasetle de sarmaş dolaş olan kolay bir yoldur.”
Evet, bu adını yazmadığım büyüğümün sözleri şimdi bir kez daha belleğime düştü. Akbelen’de şirketlere karşı direnen köylülere takıldı kafam. Yalnız onlara mı? Şimdiye dek ağaçlarımızı, ormanlarımızı, akarsularımızı, göllerimizi kurutan yerlisi, yabancısıyla bir dizi şirkete toplumun kaçta kaçı karşı çıkıp protesto edebildi ki. Nükleer santrallere karşı olan bireylerin sesini kesmek devletin görevi midir? Halkın radyasyondan etkilenmesini önlemesi gereken iktidarlar değil midir? Gençler hatırlamaz belki Çernobil faciası sırasında Karadeniz üreticilerinin çay ve fındıkları da radyasyondan etkilenmişti. Ama o dönemin bakanı elinde bir fincan çayla halkın karşısında çayı yudumladı ve Çernobil’in Karadeniz’e etkisi olmadığını iddia etti. Sonrasını hayat belirledi. Sayın Bakan bir süre sonra hayatını kaybetti. Ne yazık ki, Karadeniz’de kanser olaylarına diğer bölgelerimizden çok daha fazla rastlanıyor. Oysa o dönemlerde Amerika ve Rusya’nın ortak ambargosunun yoğunluğu içinde bulunan Romanya’da Çavuşesku açlık çeken halkına rağmen Çernobil’e yakın alanlardaki tarlaları yaktırmış halkına radyasyonlu ürün yedirtmemişti.
Gezegenimizde hangi ülkeye baksanız çevrecilikten geçilmiyor. Çevrecilik sanki bir hobi, oysa gezegenimizde ciddi bir su sorunu var. Ormanların kesilmesi, yağmalanması yalnız Türkiye’de olmuyor. Kapitalist düzenin el attığı her yerde insana soluk aldıracak alanlar yok ediliyor. Denizler, nehirler kirleniyor. Denizlerdeki balık çeşitliliği azalırken beslenecek yeni sular arayan zehirli balıklar insanların yüzme keyfini çıkardıkları plajlarda bile boy göstermeye başlıyor. Bir azınlığın çevreciliğiyle bütün bu tahribatın giderilmesi mümkün değil elbet. Havayı, denizi, karayı kirleten varsıl devletlerin, çok uluslu şirketlerin kazanç hırsları devam ettiği sürece insanlara yaşanası bir dünya kalmayacak. İklim değişecek, dünya nüfusundaki açlık, yoksulluk daha da büyüyecek. Ekolojik sistemi düzeltmenin bir yolu bulunacak mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek şimdilerde mümkün görülmüyor. Yine de kendine daha yaşanası bir dünyayı kurabilmenin düşlerine kaptırmış genci, yaşlısıyla insanlarımız var. Onların bu çabalarına saygı duymamak elde değil. Saygı duymakla da kalmayıp destek vermek de insanlık görevi.
Rus şair İlya Selvinski’nin “Ağaç” adlı şiiriyle sonlayalım bu haftaki yazıyı. Ataol Behramoğlu’nun çevirisinden okuyalım.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Çerez Onayını Yönet
Cihaz bilgilerini depolamak ve/veya bunlara erişmek için çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bunu tarama deneyimini geliştirmek ve kişiselleştirilmiş (olmayan) reklamlar göstermek için yapıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki gezinme davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize olanak tanıyacaktır. Onay vermemek veya onayı geri çekmek belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.
Functional
Always active
The technical storage or access is strictly necessary for the legitimate purpose of enabling the use of a specific service explicitly requested by the subscriber or user, or for the sole purpose of carrying out the transmission of a communication over an electronic communications network.
Preferences
The technical storage or access is necessary for the legitimate purpose of storing preferences that are not requested by the subscriber or user.
Statistics
The technical storage or access that is used exclusively for statistical purposes.The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
Marketing
The technical storage or access is required to create user profiles to send advertising, or to track the user on a website or across several websites for similar marketing purposes.