Bildiğimizin aksine dünyadaki en kıt kaynaklardan biri topraktır. Yer yüzeyinde 4869 milyon hektar tarım toprağı bulunmaktadır kişi başına 1870 m2 toprak düşerken, Türkiye’de toplamda 37 milyon hektar tarım toprağı mevut ve kişi başına 2500 m2 toprak ile insanımızın gıdası sağlanmaktadır. Toprak yer yüzeyindeki gıdalarımızın %95’i topraktan sağlandığı için toprak yer yüzeyindeki bütün canlılığın yaşamı için çok önemlidir. Toprak yoksa yaşam yoktur.
Ancak sanayi devrimi özellikle de 1920’li yıllarda çoğunlukla da II dünya savaşından sonra traktörün yaygın olarak tarım topraklarının işlenmesinde kullanılmaya başlayınca toprakta bozulma ve doğal alanların çoğunluğu işlenerek tarım yapılmaya başlandı. Toprak bilimcileri olarak tanımladığımız anlamda bitki kök gelişimi için uygun derinliği olmayan düz ve süze yakın olmayan, bitki gelişimi için kısıtları olan arazi parçası üzerinde toprak da olsa gerçek anlamda tarım toprağı olarak kullanılamaz olarak değerlendirilmektedir.
İnsan faaliyetlerinin de etkisi ile yılda önemli miktarda tarım toprağı erozyona uğramakta, tuzlulaşmaktadır ve değişik düzeyde bozulmaktadır. Küresel düzeyde toprakların yaklaşık %33’ü zaten bozulmuş durumda olduğu ve yıllar içinde bozulma eğilim hızlandığı görülmektedir. Ayrıca her yıl yaklaşık 24 milyar ton verimli toprağın erozyon nedeniyle kaybolduğu tahmin ediliyor. Toprak verimliliğinin kaybı, düşük ürün verimine ve ürün başarısızlığına yol açarak yerel nüfusu açlığa, yetersiz beslenmeye ve yoksulluğa sürükler. Son yıllarda sürdürülemez toprak yönetimi uygulamaları nedeniyle toprağın verimliliği azalmış, bu da gıdanın vitamin ve besin içeriğinde ciddi bir düşüşe neden olmuştur. Bunun sorumlusu, topraktaki organik karbon ve biyolojik çeşitliliğin kaybı, besin dengesizliği, toprak erozyonu, kirlilik veya tuzluluk ve gübrelerin bilinçsiz kullanımı da dâhil olmak üzere çeşitli faktörlerdir.
Besin dengesizliği en büyük on toprak tehdidinden biri olarak belirlendi. Gizli açlık (aynı zamanda mikro besin eksikliği olarak da adlandırılır), besin açısından fakir beslenmeye atfedilir ve besin maddeleri tükenmiş topraklarla bağlantılıdır. Dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlası bir veya daha fazla temel mineralden yoksundur. Bu bağlamda insanlığın çoğunluğu yeterli gıdaya erişmiş olsa bile bazı mineraller ve vitaminleri yeterince almadığı için dengeli beslememektedir.
Artan nüfus artışı ve buna bağlı olarak artan iklim değişimleri beraberinde doğa ve toprak üzerinde ciddi bir gıda üretim ve yerleşim yeri sorunu oluşturmaktadır. Ne yazık ki yer yüzeyinin en kıt ve en önemli gıda kaynağı olan toprağın kaybı ve bozunumu meslektaşların dışında çok az fark edilmemektedir. Yönetim organlarının ise tarım ve toprak konusunda danışmaları olmadığı için önümüzdeki yıllarda ciddi gıda güvencesi ve gıdaya erişim sorunu yaşanacaktır.
Bu bağlamda dünya çapında toprak bilimi meslektaşlarımızın uzun soluklu çabaları ile Birleşmiş Milletler toprağın önemini topluma benimsetmek için 5 Aralık gününü Dünya Toprak Günü (DTG) olarak kabul ettirildi.
Dünya Toprak Gününün Kutlanması Nasıl Başladı ve Önemi Nedir?
İlk defa 2002‘de Bangkok Tayland yapılan Uluslararası Toprak Bilimi Kongresi (WCSS)’inde Taylan Kralı Bhumibol Adulyadej tarafından önerilmiştir. BM 68 genel kurulunda Taylan Hükümetinin başvuru su üzerine Birleşmiş Miletler Genel Kurulu, Aralık 2013’teki 68. olağan toplantısında, Karalın doğu günü olması nedeniyle 5 Aralık tarihini Dünya Toprak Günü olarak kabul ve ilan edilmiştir. Dünya Toprak Gününün kutlanmasının amacı; insanları toprakla bütünleştirmek ve insan hayatında en kritik öneme sahip olan toprak varlığın çok yönlü değerini küresel anlamda farkındalık yaratacak şekilde ortaya koymaktır.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (UN FAO) tarafından 2013 yılından beri kutlanan Dünya Toprak Gününde “sağlıklı ekosistemlerin ve insan refahının devamlılığı ve buna bağlı gıda güvenliğinin önemini vurgulamayı amaçlamaktadır. Toprak günde genelde kompleks bir ortam olarak toprağın önemi, fonksiyonları, toprak yönetimindeki sorunlar ve zorlukları ele alınmaktadır.
105’ten fazla ülkede gerçekleştirilen kolektif eylemler ve yüz milyonlarca katılımcı, Dünya Toprak Günü’nü BM’nin en çok kutlanan kutlamalarından biri haline getiriyor.
Temel talep temel beklenti; “‘Toprağı Canlı Tut’, ‘Toprak Biyolojik Çeşitliliğini Koru’, ‘Toprak ve Su Yaşam Kaynağıdır”.
BM’ler konun önemini topluma benimsetmek ve farkındalığı artırmak için hükümetler, değişik sivil toplum kurumları (STK), gençleri, medyayı ve halkı bir araya getirilerek çeşitli etkinlikler etrafında dünya çapında aktif kutlamalar yapılıyor. Günümüzde başta FAO öncülüğünde Roma’dan New York’a, Bangkok’tan Abu Dabi’ye, Moskova’ya kadar pek çok ülkede resmî törenler düzenleniyor. FAO, 21 bölge, alt bölge ve ülke ofisi kampanyayalar ile aktif olarak etkinliklere katılı sağlanmaktadır. Genelde aralık ayının ilk haftasında (4-7 Aralık günleri) milyonlarca kullanıcı medya organı toprak ile ilgili web ortamlarını ziyaret ederek toprak etkinliği hakkında bilgi edindiği görülmektedir.
FAO- DTG logosu altında yerel lehçeler de dahil olmak üzere 100 fazla dilde toprak günü farkındalığı anlatılmaktadır. Ayrıca, toprak bilimcileri ve tasarımcıların ortak çalışması sonucu FAO’nun Küresel Toprak Ortaklığı ve Uluslararası Toprak Bilimleri Birliği’nin 75 ülkeden 97 farklı etkinliğin yer aldığı başta ‘çocuklar için toprak biyoçeşitliliği üzerine kitaplar yayınlayarak erken dönemde toprak bilincinin yaygınlaştırılması amaçlanan ulaşmasını sağlamıştır. Ayrıca derişik ülkelerde konu temalı yarışmalar yapılmaktadır.
Her yıl FAO-DTG ekseninde farklı bir tema ile konuyu topluma aktarmaya çalışmaktadır. 2023 yılı Toprak Günü teması ise “bir yaşam kaynağı olarak: “Toprak ve Su” olarak ilan edilmiştir. Artan ilkim değişimlerin yer yüzeyindeki yağış ve su kaynakları üzerinde yarattığı baskı sonrası göler ve çaylar kurumaya başlamış görüntüler basına yansımaktadır. Toprakta su kıtığı kuraklığa ve ardından biyoçeşitliliğin azalmasına ve bunu takip eden süreçte bitki türlerin gelişmemesine ve gıda yetersizliğine yol açmaktadır. Sonunda sosyal sorunlar ve göçler kadar uzanmaktadır. 2023 yılında toprak ve suyun birlikte yaşamsal önemi özellikle işlenmesinde yarar bulunmaktadır.
BM-FAO DÜNYADA TOPRAK GÜNÜ (DTG) 2023’ÜN TEMEL MESAJLARI (FAO Web sayfası);
1-Toprak ve su, Dünya’da yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli temel kaynaklardır.
*Toprak ve su; gıda üretiminin, ekosistemlerin ve insan refahının temelini oluşturur. *Toprak ve suyun paha biçilmez rollerinin bilincinde olarak, bu kaynakları gelecek nesiller için korumak amacıyla proaktif önlemler alabiliriz.
*Toprak erozyonu ve sıkışması toprağın suyu depolama, boşaltma ve filtreleme kapasitesini bozması sonucu yağışlardan sonra sel, heyelan ve kum/toz fırtınaları riskini/risklerini artırır(ıyor).
*Toprak ve su, bitkilerin büyüdüğü ve gerekli besin maddelerini elde ettiği ortamdır.
*Sağlıklı toprak, doğal bir filtre olarak önemli bir rol oynar, toprağa sızan suyu arındırır ve depolar.
*Yağmurla beslenen tarım sistemleri ekili alanların yüzde 80’ini oluşturuyor ve küresel gıda üretiminin yüzde 60’ına katkıda bulunuyor. Bu sistemler büyük ölçüde etkili toprak nemi yönetimi uygulamalarına dayanmaktadır.
*Sulu tarım sistemleri dünyadaki tatlı suyun %70’ini çekiyor ve ekili alanların yüzde 20’sini oluşturuyor.
2- Toprak ve su, bütünleşmiş yönetime ihtiyaç duyan, birbirine bağlı kaynaklardır.
*Toprağın sağlığı ile suyun kalitesi ve bulunabilirliği birbirine doğrudan bağlıdır.
*Sürdürülebilir toprak yönetimi uygulamalarının uygulanması tarım için su kullanılabilirliğini artırır. Organik maddeyle zenginleştirilmiş sağlıklı topraklar, suyun tutulmasını ve kullanılabilirliğini düzenlemede çok önemli bir rol oynar.
*Kaliteli suyun verimli kullanımı, gübre ve pestisitlerin sürdürülebilir kullanımının teşvik edilmesi, uygun sulama yöntemlerinin kullanılması, drenaj sistemlerinin iyileştirilmesi, pompalamanın kontrol edilmesi ve toprak ve yeraltı suyu tuzluluk seviyelerinin izlenmesi, sürdürülebilir tarım uygulamalarının sürdürülmesi için esastır.
*Sürdürülebilir toprak yönetimi, sulu sistemlerde su verimliliğini artırmanın anahtarıdır.
3-Uygun olmayan toprak ve su yönetimi uygulamaları toprak erozyonunu, toprak biyolojik çeşitliliğini, toprak verimliliğini, suyun kalitesini ve miktarını etkiler.
*Su kıtlığı topraktaki biyolojik çeşitliliğin kaybına yol açarken, tarım uygulamalarından kaynaklanan sızıntı ve ötrofikasyon da su kütlelerindeki biyolojik çeşitliliğin kaybına neden oluyor.
*Pestisit ve gübrelerin yanlış yönetimi yalnızca toprak ve su kalitesini tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda insan sağlığı ve ekosistemler için de önemli riskler oluşturuyor.
*Kalitesiz su ve uygun olmayan sulama ve yetersiz drenaj uygulamaları toprak tuzlanmasının ana nedenlerinden bazılarıdır.
*Yükselen deniz seviyeleri arazi kaybına katkıda bulunarak toprağın tuzlanması ve sodifikasyon riskini artırarak tarımsal verimliliği olumsuz yönde etkileyebilir.
4-Toprak ve suyun korunması iklim değişikliğinin azaltılmasına ve adaptasyonuna katkıda bulunur.
*İyileştirilmiş toprak ve su yönetimi, arazinin kuraklık, sel ve kum/toz fırtınaları gibi aşırı iklim olaylarına dayanma kapasitesini artırır.
*Entegre toprak ve su yönetimi uygulamaları, temel ekosistem hizmetlerini sağlayarak dünyadaki yaşamı destekler ve ekosistemin dayanıklılığını artırır.
Sağlıklı topraklar, atmosferdeki karbonu tutarak bir karbon yutucu görevi görür ve böylece hem iklim değişikliğine uyum hem de iklim değişikliğini azaltma çabalarına katkıda bulunur.
Bir bütünlük için toprak ve su yaşam için vazgeçilmez bilinci içinde toprakları gıda kaynağı olarak yerinde tutmak ve amaca uygun kullanmamız gerekir.
Türkiye’de Toprak Günü Kutlamaları,
Türkiye’de birkaç yıldır yeni yeni kutlanmaya çalışılmaktadır. Geçen yıllarda Ege, Ankara, Çukurova ve Atatürk Üniversiteleri Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümlerinde küçük çaplı olarak kutlanmaktadır. Son iki yıldır daha geniş olarak etkinlikler yapılmaktadır. Hepimizin konuyu daha geniş kesimlere aktararak toplumda toprağın öneminin farkındalığını arttırmamız gerekir.
Çukurova Üniversitesi 2023 yılı için aşağıdaki program ile DTG kutlayacaktır. Önümüzdeki yıllardan itibaren daha geniş kapsamlı olarak DTG değişik etkinlikler ile farkındalık yaratacak şekilde kutlanacaktır.
Geçen hafta Prof. Dr. Recai Coşkun’un içeriği ve kaynakçası bütünüyle “kurmaca” olan “Bilgelik Olarak Dijital İşletmecilik” makalesi “hakemli” bir dergide “olduğu gibi” yayımlanması ile bilimsel makalelerin güvenirliği ve akademik yükselme konusu yeniden tartışma konusu oldu. Sayın Prof. Recai Coşkunun muzipliğinin önemi YÖK ve Üniversiteler nezdinde henüz çok yankı bulmadığı gibi. Eminim YÖK bu konuda mutlaka bir açıklama yapacaklardır. Ancak durum beklenenden de çok vahim. Ülkemiz üniversite öğretim üyeleri tarafından yayınlanan makaleler konusunda Nature ve diğer dergilerde yazılan hoş olmayan ifadeler ülkemizi üzmektedir. Akademik çevrelerde, iletişim teknoloji çağında halen sahte ve fabrikasyon yayınların yapılması çok üzücü. Konuya sosyal medya ve basın ilgi gösterdi.
Çağla Üren Independent gazetesinde Postmodern akademi: Bilim mi yapılıyor, göz boyama mı? Başlıklı bir yazı yazdı. Yazı derli toplu dünya genelinde yaşanan denetimsiz makale yayınlama konularında önemli birçok örnekler derlemiş.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nden Prof. Dr. Recai Coşkun, karşılaştığı birçok “bilimsel makalenin” ve “bilimsel kitap ve kitap bölümlerinin” hiçbir bilimsellik kaygısı taşımadığını görmesi sonucu, içeriği ve kaynakçası “uydurma” olan bir makale hazırladı. Coşkun bu makaleyi hakemli bir dergiye yolladı. Coşkun’un makalesi kısa sürede kabul aldı ve yayımlandı.
Coşkun hoca dergi seçiminde de yine muziplik yapmamış ancak bilinçli bir seçim yapmış
“Makaleyi hangi dergide yayınlayacağına karar verirken, “Dergi Park’ta yer almalı, ücret talep etmeli, editörünün unvanı profesör olmalı” şeklinde üç ölçüt belirlediğini vurgulayan Coşkun, “’Social Sciences Research Journal’ dergisi bu üç özelliğe sahipti. Hocanın amacı sanırım Doçentlikte puan alan, Akademik performansta değer gören bir dergi olmalı, editörü Prof. olmalı,(sanki doçent ve öğretim görevlileri yanlışları göremeye bilir) ve dergi paralı almalı.
Coşkun hoca makalesinde o kadar çok bilerek yanlış ve hatalı ifadeler kulanmış ki kendi ifadesi ile “bakalım “fark edecekler mi?” Örneğin, “M.Ö. 3000 yılında Oğuz Kağan’ın yazdığı kitaptan “Hitler’in Gamalı Haç Yayıncılık’tan çıkan kitabına kadar gerçek olmayan, düzme eserlere atıflar yer aldı. Makale TR dizinde yayınlanıyor. Çok az kişi bir iki yanlış görüyor” diyor.
11 Kasım Cumartesi 2023 günü Gazete duvar ‘da gazeteci Nuray Pehlivan tarafından Coşkun hoca ile görüşülerek sahte makale hikâyesinin arka planı yazılmış. Yazı alt başlığı şöyle; “Uydurma makale ile ters köşe: ‘Editör kadar hakemler de bu rezaletten sorumlu” başlığı ile konuyu haberleştirdi. “Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nden Prof. Dr. Recai Coşkun, hakemli dergide yayımlanan uydurma makalesiyle ilgili tepki ve teşekkürlerin geldiğini söyledi. Ayrıca Coşkun hoca yine hiciv yaparak “ bugüne kadar hiç hak etmediğim kadar popüler olduğunu da şöyle belirtiyor “Makalem sosyal medyada bilmediğim hesaplarca paylaşıldı. Bugüne kadar yaptığım hiçbir hakiki çalışmaya nasip olmayan bir popülariteye ulaştı. Ama bu benim planladığım yahut öngördüğüm bir şey değildi. Kaldı ki böylesi bir makale yapmak kendimi her yönüyle sorgulatmayı da göze almak demektir”.
“Coşkun, akademiye önerilerde bulundu” diye konu anlatılıyor.
Yaşanan durum birçok yönden sorgulanmalı diyen Prof. Coşkun yayın sonrası editörün aradığını ve üzgün olduğunu belirtiyor. Coşkun hoca “Editör kadar hakemler de bu rezaletten sorumludurlar. Editöre böylesi bir olayın parçası olduğu için akademik topluluktan özür dilemesi yönünde görüşlerimi aktardım” diyor.
Gerçekten yaşanan durum akademi ve onun asıl alanı olan bilgi üretme konusunda ne denli denetimsiz ve yöntemsiz oluğumuzu ifşa ediyor. Bilimsel yöntem ve akademik etik değerler yerle bir edilmiş. İçler acısı durum bilinenden çok daha bir liyakatsizlik, sorumsuzluk ve başıboşluk oluğu görülüyor. Yalnız bizde değil, dünyada da birçok benzeri durum yaşanıyor.
Tabii bu çürümüşlüğün birçok nedeni olmalı. Akademik değerler ve iç denetim yerine, makale yayınla ve puan topla böylelikle sınavsız doçent ol, Akademik teşvik için yaşanan onlarca olmaması gereken sorun bugün bu duruma varmamızda etkili olmuştur.
Başta bu tür dergiler, ulu orta kongreler ve yayınevleri akademik denetim altında yapılmalı. Üniversiteler bu konuda daha seçici olmalı ve bilim ile alakası olmayan her türlü etik sorunu bacadan içeriye almayacak yöntemler geliştirmeli.
Ne Yapılmalı? Ne yapılabilir?
Yukarıda hepimizin bildiği ancak bu kadarı da olmaz dediği “denetimsiz ve özensiz bilimsel makale yayınlanma” durumu konusunda mutlaka YÖK ve Üniversiteler bir dizi önlem almalı. Ancak hepsinden önce bizim akademik yükselme ve teşvik için puan toplam temelli yaya yapma anlayışından ilkesel ölçekte vazgeçmemiz gerekir. Yayın için yapın fetişim ve araçlaşaltırılmış bir bilimsel makalecilikten akademik yaşamı kurtarmamız gerekir.
Bilimsel araştırma ve bilgi üretme gibi ulvi bir görevi ve sorumluluğu üstlenen bizlerin akademik yükselme, şan şöhret ve meşru olmak için değil, merak ve sorun çözmek için araştırma yapmamız ve üretilen bilginin konuyla ilgili akademisyenlerin bilgisine sunmak için yayın yapmamız gerekir. Dün, ne Mendel, ne Darwin, ne de Einstein akademik makale yaparak akademik unvan için uzun süreli gezi ve araştırmalara giriştiler. Bilimsel araştırmalar ve yayınla temel teoremlere veri sağlamak ve bilginin genelleştirmesi için yapılmalı.
Aferin almak için makale yayınlanmaz. Bilimsel bilgiye konu popüler diye veya bu konuda daha iyi bir yayın yapılır diye araştırma ve yayın yapılmaz. Popülariteye ve paraya indirgenmemeli. Topluma bilimsel bakış açısı kazandırmak ve bilimsel kültürü geliştirmek için zaman zaman konular basitleştirerek topluma yayınlar üzerinden aydınlatıcı bilgi sunulabilir.
Öneri olarak:
1-Öncelikle akademik kadro alımında aranan puanlama yerine daha nitelikli ve araştırma tezlerine, geniş yetkin jüriler önünde sözlü sınavlardan geçilmesi ve denme derslerinin verilmesi yeniden hayata geçirilmeli.
Doçentlik ve profesörlük tezleri ve taktimler yeninden hayata geçirilmeli.
2- Akademik teşvik uygulaması puanlara göre değil, nitelikli yayın, proje ve uluslararası kongrelerdeki sunalara göre değerlendirilmeli. “Çapacı dergiler” ve hotel salonlarında yalnızca ekonomik temelli yapılan, akademik kurumların bilgi, oluru olmayan kongre ve konferanslarda çıkan yayınlar akademik yükseltmelerde ve teşvikte kullanılmamalı.
3- Üniversiteler tarafından akredite edilmeyen dergi ve yayınevlerinin yayınları akademik yükselteme ve teşviklerde kullanılmamalı.
4- Son yıllarda aratan ‘açık erişim’ dergileri özelliklede denetimsiz paralı dergiler ve derlemem yayınlar uluslararası nitelikte hakem ve izlenebilirliği yok olanlar akademik yükselme ve teşvikten yararlandırılmamalı. TR Dizinde yer alan dergiler yeniden akademik ölçülere uygun olarak düzenlenmeli ve izlenmelidir. Hakem sistemi çalıştırılmayan ve akademik niteliği olmayan dergilerin yayınlar akademik yükseltmelerde kullanılmamalıdır.
Hepsinden önce, üniversite birbirini kontrol eden bilim insanları insanlar topluluğu olarak etik kurlar kendi içinde duygusallığa girmeden denetlenmeli. Her türlü akademik olmayan tutum ve tavırlar, paralı dergilerde para ile yazılmış makale, tez vs. kendi içinde denetlenmelidir. Akademik yaşam yerelden çok evrensel niteliklidir. Bilim insanı yetiştirme ve akademik yükseltme evrensel ölçekte niteliğe dayalı jüri ve hakemli sisteme geçilmesi konusunda YÖK ve Üniversiteler ciddi önlem almalıdır. Kenya’da, Pakistan’da, Bangladeş’te ve Seri Lanka’da doktora tezleri yurtdışı hakemlerin süzgecinden geçirilir. Dünyanın her yerinde akademik yükseltmelerde yüksek etki faktörlerine sahip dergilerinde yayınlanan makaleleri en fazla olan liyakatli yüksek olan adaylara öncelik verilir. Bizde liyakate dayalı ve akademik niteliği yüksek bir yapılanmayı ülkemize kazandırabiliriz.
Yoksa bu tür yanlış, sahte, bilimsel değeri olmayan ve akademik dünyanın niteliğini toplum gözünde tartışıma konusu yapan tutumlar herkese ve en çok da bilgi üretimini sağlayan üniversitelere ve üniversitelilere olan güveni temelde sarsar. Üniversitelerimizin dünyadaki yeri ve bilimsel çıktılarının topluma ve teknolojiye katkısı konusundaki karnemiz ortada. Dünyanın 20 büyük ülkesi olarak hak ettiği yere taşımak hepimizin omuzlarında oluğunu unutmayalım.
Bilim yapan ve toplumun öncüsü olacak bilim insanları olarak sorumluluklarımızın bilinci içinde etik değerler her düzeyde uygun bilimsel araştırman ve bilgi üretimi yapmamız gerekir. Yaşanan birçok sorun temelini oluşturan ve üniversite ilkelerini zedeleyen liyakate ve evrensel üniversite ilkelerine uymayan akademik yükselmeler ve üniversite işleyişi konusunda Yükseköğretim kurumları başta üniversiteler ve ilgili devlet organları siyaset üstü bir yaklaşımla yeni bir yasal düzenlemeye gidilmelidir.
Keşke kendi toprağımızda yaşamış filozofların öğretilerini ve felsefesini tanısaydık, ilke edinseydik şimdi farklı bir yaşam ortamında olurduk.
Doğamızı Doğru Yönetebildik mi?
Son yıllarda artan nüfus, besin talebi, yerleşim yerleri ve kamusal kullanım amacıyla yapılar doğa üzerinde ciddi baskı oluşturmaktadır. Diğer yandan insanlığın geçmişte bile bu kadar kolay özelleştirmediği dağlar, taşlar, su kaynakları ve tarım alanları, çok kolay yasal düzenlemeler adı altında kamudan kişilere (içeriden ve/ya dışarıdan) satılmaktadır. 2B araziler, milli mülkiyete ait arazilerin 49 yıllığına kiralama bedeliyle devredilmesi, ormanların madencilik için kesilmesi, enerji talebi için açılan HES’ler gibi birçok uygulama, insan ile doğanın ekosistemi için denge unsurunu olumsuz yönde etkilemektedir. Milyonlarca yıl süren ekosistem işleyişi, son 100 yılda insanın doğaya bilinçli veya bilinçsiz, ancak plansız müdahalesi ile yaşanan iklim değişiklikleri nedeniyle bugün doğa ile insanı karşı karşıya getirmektedir. Diğer canlılardan farklı olarak düşünen bir varlık olarak, insanın doğadan öğrendiklerini hoyratça kullanmak yerine, doğayla birlikte denge esasına göre yaşaması beklenirdi. Doğayla uyumlu bir şekilde yaşamanın, diğer canlıların yaşama hakkını korumak anlamına geldiği ve birlikte birbirlerine yardımcı olmaları gerektiği bilinirdi. İnsanların doğa karşısında edindiği bilgi birikimi ile birbirlerini dinlemesi, karşılıklı olarak doğaya ve diğer canlılara saygı göstermesi sağlansaydı, sanırım bu kadar ciddi sorunlarla karşılaşmazdık.
Sosyal hayatta öğrendiklerimiz doğa ve kültürel dengeyi korumada doğru bir şekilde değerlendiremedik. Ekonomik ve güvenlik kaygılarının ötesinde, insanın yaratıcılığını ve mutluluğunu geliştirmenin ne kadar önemli olduğunu anlayabilseydik, birbirimize bu kadar zarar vermezdik. Keşke, insan olarak doğanın bir parçasıyız ve ona zarar verdiğimizde kendimize de zarar verdiğimizi anlayabilseydik Aslında beklenen, insanın planlı bir yaşam içinde organize olarak doğayla barışık yöntemler kullanmasıdır. Kızılderililer doğayı kutsamış ve ona zarar vermenin kendilerine de zarar vermek olduğunu bilerek gerçeği çocuklarına sözlü kültürle aktarmışlardır.
Doğayı Kavrayamadığımız Gibi Sosyal Yaşamı da Kavrayamadık
Doğayı bütün olarak kavrayarak, ondan öğrendiklerimizle yaşam kalitemizi artırarak yapabileceğimiz en iyi ekonomiyi ve güvenliği sağlamış olurduk. Güvenlik kaygıları, bütün dünyada toplumları birbirlerine düşman hâline getirdi, herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor. Bizi de ulvi değerler üzerinden tanımadığımız kişilerle, kavgalı hâle getirdiler. Nerdeyse Dünyanın her tarafından insanlar birbirlerini tanımadan birbirleri ile savaşır durumdadırlar. Geçenlerde sanırım Yunanistan da oynana bir maçta bir İngiliz taraftar diğer takımın taraftarlarınca öldürüldü. Ölen öldüren birbirini tanımıyor. Dünyanın bazı bölgelerinde paralı askerler.
Aslında insanın doğaya uyumlu olmayan ve bencil düşünce sisteminden kaynaklanan bu olaylara filozoflar ve bilginler hep ses yükseltmişlerdir. Özellikle de Anadolu coğrafyasında tarihi süreçte yaşayan filozoflar, bilginler ve sonrasında Anadolu Aydınlanmasının düşünürleri, insanı ve erdemliliği sıkça işlemiş ve özlü ifadeleri taşlara kazıyarak geleceğe aktarmışlardır. Bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirildiği, ıslah edildiği, yerleşim yerlerinin kurulduğu, yazının geliştirildiği topraklarda tarihin üstünde oturuyoruz; ancak farkında mıyız, sorusunun cevabı ne yazık ki “değiliz.”
Topraklarımızda Yaşamış Filozofları Ne Anlamışız, Ne de Dinlememişiz
Kendi toprağımızda yaşamış filozofların yarattığı Anadolu Aydınlanmasını ne yazık ki kendi toprağımızda değil, ancak Batı dünyası dediğimiz Avrupa kıtasında gerçekleşerek bilim ve teknolojiyi yarattı. Biz, bize ait olan öğretileri ve felsefeyi hayata geçirerek daha gelişmiş ve mutlu bir toplum yaratarak topraklarımıza çok şey katabilirdik. Örneğin, Mevlâna Celaleddin Rumi, Yunus Emre ve diğer filozoflar insanın kendini tanıması ve gerçekleştirmesi için sevgi, hoşgörü ve bilgelik üzerine çok güzel sözler söylemişlerdi. Mevlâna, “Mesnevi” adlı eserinde şöyle der: “Ey oğul! Bil ki, sen ne ararsan kendinde ara; çünkü sen, senin aradığın şeysin” der. Yani insanın kendi içindeki potansiyeli fark etmesiyle bu potansiyelinin onu ortaya çıkarması gerektiğini vurguluyor.
Yunus Emre’nin,
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Hacı Bektaşi Veli’nin “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” ifadesinin temelinde bilgiye ve akla dayalı bilginin olmadığı yerde gelişmenin mümkün olmayacağı düşüncesi yatmaktadır. 600 yıl sonra aynı topraklarda Mustafa Kemal, “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır …” diyerek gelecekte nasıl bir yol ve yöntem izlenmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Keşke Üzerinde Yaşadığımız Doğanın, Kültürel Varlıkların ve Tarihin Farkında Olsak
Keşke biyolojik bir yaratık olarak kendimizi tanıyıp, kendimizi gerçekleştirmek için Karl Popper’ın dediği gibi, zihnimizdeki düşünceleri başkalarıyla tartışarak daha iyi anlamaya çalışsaydık. Gerçeklikle uyumsuz, fiziksel dünyada etkisi olmayan hayali düşünceleri tartıştırmadan ne kendi gerçeğimizi ne de dünya gerçeğini anlayabiliriz.
Düşüncelerimizi açıkça ifade edebilseydik ve eleştiriye maruz kalarak kendimizi sorgulasaydık, bugün muhtemelen dünya farklı bir yer olurdu.
Düşünce özgürlüğü, farklılıklara tahammül, doğanın yasalarına uygun yaşam, artık hepimizin omuzlarında taşıdığı bir sorumluluktur. Ne yazık ki tarihimizi bilmediğimiz gibi üzerinde yaşadığımız toprakların bize bıraktığı değerleri, fiziksel yapıyı ve kültürel değerleri okuyamadık, öğrenmedik, öğretemedik, koruyamadık ve elden çıkarıyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda Mustafa Kemal’in fark ettiği eğitim yoluyla uygulamaya koymaya çalıştığı kavramı da anlayamadık. Dünyanın merkezinde, tarihin şekillendiği uygarlık kavşağında Anadolu’da, doğanın ve insanlığın birikimli kültürünü hoyratça kullanmanın sonuna inşallah gelmemiştir. Göbeklitepe, Karahantepe, Alacahöyük, Çatalhöyük, Efes, Ürgüp Göreme’deki yeraltı şehirleri ve Nemrut dağındaki kral heykellerinin tarihsel önemlerini anlamdık anlatamadık. Bir ucundan bir ucuna dört mevsimin yaşandığı ekolojiler diyarı (Pro-rektör Prof. Mithat Özsan) Anadolu coğrafyasına 3500’ü endemik olan binlerce bitkinin yetiştiği coğrafyayı/biyocoğrafyayı anlamadan dozerlerle çam, zeytin, narenciye ağaçlarını kökünden ederek üzerine yerleşim yeri ve maden sahası açtık. Anlamadık, aynalamadığımızı da anlamadık. Ne yazık ki ne kendimizi ne de dünyadaki yaşamı bütünlüklü olarak anlayabildik. Bu durumu Ozan Mahsunu Şerif bir kendisi üzerinden şöyle ifade ediyor;
Seyyah oldum pazar pazar dolaştım
Bir tüccara satamadım ben beni
Koyun oldum kuzum ile meleştim
Bir tüccara katamadım ben beni
Olmaz olsun atamadım beni beni, dost ben beni
Doğaya sahip çıkmak, kültüre sahip çıkmak, geleceğe sahip çıkmak, yaşama sahip çıkmak, insana sahip çıkmak. Kendimize sahip çıkmak!
Eğer ekoloji, coğrafya, tarih ve kültür okuryazar yöneticiler olsaydı bu afetlerin etkisi bu denli yüksek olur muydu?
Yağış, sel, iklim değişimleri ve deprem afetleri işin doğası gereği yaşamdaki hareketler için kaçınılmaz. Enerjinin korunumu, entropi ve evrenin işleyişinin sonucu oluşan bu doğa olayları bizim değiştireceğimiz olaylar değillerdir. Ancak doğa olaylarının etkisini azaltmak için önlemeler alabiliriz. Gezegenimizin işleyiş mekanizmalarını değiştiremeyiz, ancak işleyişi anlayıp önlemler alarak doğa olaylarının yaratacağı etkileri ve can kayıplarını azaltabiliriz. Son birkaç yıldır Karadeniz kıyı şeridinde benzer şekilde yazların ani ve şiddetli yağışları tekrar-tekrar yaşanıyor, hep aynı gözyaşları ve mağduriyetler ve maddi kayıplar. Yaşanan aynı depremler ve ani yağışların oluşturduğu afetlerin ağır can ve mal kayıplarının maliyeti her toplumda aynı olmadığını iletişim teknolojileri sayesinde öğrendik ve biliyoruz. İnsanın bütünlüklü bilgi sahibi olması, analitik düşünme becerilerine sahip olmaları, ülke yönetimlerinin ekonomik, eğitim ve hukuk sistemi alınacak önlemler belirleyici olmaktadır. Planlama, nüfus kontrolü, nitelikli eğitim, kent kültürü, peyzaj planlama ve diğer parametrelerin hepsi insanın bütünlüklü yönetim anlayışı ile sağlanırsa afetlerin etki alanlarının dışında ve daha korunaklı yapılar sağlanabilir. İnsanlığın birkaç bin yıllık tecrübesi ortada. İnsanın, toplumun benimsediği iş tutma, yaşam ve yönetim anlayışı belirleyici olmaktadır.
Hesapsız –Plansız Yapılan Yapılaşma Sürekli Sorun Yaratıyor
Son günlerde önce 5-6 Eylül tarihlerinde Yunanistan Zagora’da yaşanan afet ki çok konuşulmayan ancak bir yılda düşen yağış bir günde düşmüş (yaklaşık metrekareye 750 kilogram yağış) bunu ülkemizde daha az şiddetle düştü Trakya’da sağanak yağış can ve mal kaybına yol açtı. Son birkaç gündür basına yansıyan görüntüler. Kentlerin sokaklarının su baskınlarını gösteriyor. Sonra 10 Eylül’de Libya’nın Akdeniz yakasında yaşanan fırtına ile ‘Daniel’ kasabasında yağışın etkisi taşan derenin üzerindeki iki barajın patlaması ve binlerce kişinin öldüğü yazılıyor.
Dünyada ve ülkemizde son 80 yılda her kırk yılda ikiye katlanan nüfus artışı ve buna bağlı olarak çarpık yapılaşma sonuçlarının sonucu sel baskınları ve gözyaşı. Her tarafın beton altına alınmış mega kentlerde metre kareye saat 100 kg yağışın gidebileceği bir yön belirlenmediği için yağış evlerin, işyerlerinin bodrum katlarını basarak ciddi maddi hasara yol açmaktadır. Küçük Çekmecede bir Gineli kaldığı evin bodrum katından su baskınından boğulmuş.
Görüntüdeki resmin alındığı videoda su kütlesi sokak aralarından kaçacak yer arayışı ile önündeki her türlü canlı cansız nesneyi adeta önüne katmış süpürüp götürüyor.
Tekrarlanan Doğal Afetler Yıllardır Yaşanıyor
Kırklareli civarında ormanlık alan yapılan Bungalov evlerin işletme ruhsatı yok. Yani kaçak işletiliyor. İstanbul’un Arnavutköy ve Başakşehir’de şiddetli yağış yine evleri ve yolları su bastı. Başakşehir ve Küçükçekmece’de sel nedeniyle inşalar hayatlarını kaybetmişler. Daha önce aynı bölgede 9 işçi sel sularına kapılmıştı. Yetkililer her zamanki gibi her şey kontrol altında diyorlar. Şu kadar kamyon, itfaiye aracı, kazma-kürek ile müdahale ediliyor. Bilmem kaç Cumhuriyet savcısı soruşturma yürütüyor. Hiç kimse sorumluluk almıyor. Yani bu yapıların bu derelerin içinde yapılmasında rolü olan ilgililer, karar veren yetkililer hiç biri sorulan sorulara muhatap olmuyorlar. Daha önce yaşananlardan ders çıkarmak, ekolojiye uygun yapılanma için uzman görüşü almak YOK.
Sorumluluk Alan Yok
Her zaman ki gibi ne yetkililer ne de toplum büyük resmi göremedikleri ortaya çıkmaktadır. Vatandaş yeteli temel eğitimi almadığı için olup bitenin nedenlerini analiz edemiyor. Sorumlu olanlarında sorumluluğunu fark edebilmeleri için onlarında bütünü görmeleri gerekir. Kanaatim onlarda bütünü göremiyorlar gibi. Sebep sonuç ilişkisine dayalı determinist yaklaşım sahibi olmadıkları için mi? sorgulaması düşünme anlayışları veya alışkanlıkları olmadığı için mi? iyi anali etmek gerekir. Ancak her durumda yaşanan sorunlar tekrarlıyor, Geçici önlemeler hızla alınıyor. Yetkililer, insanlar elbirliği ile koşuşturuyorlar. Afet kalkıyor, ancak bir gün sonra her şey unutuluyor ve Benzeri durumlar için yine insanlara yapı izinleri veriliyor. Yine imar afları, adamına göre iş görme tutumları devam ediyor.
Ülkenin sosyoekonomik durumu, nüfus yapısı, ekonomik gelişim alanları, yönetim anlayışı, kent kültürü, planlama, konuları ne denli bütünlüklü olarak kullanılıyor? Gelişmeler bilimsel bilgi, bilinç ve farkındalıkla işleniyor mu? Bilmiyoruz.
Temel Bilimler ve Ekoloji Eğitimine Yatırım Yapılmalı
12 Eylül’de Fas’ta yaşanan depremin yıktığı evler ve işyerleri, Libya’da sellerin önüne katığı yapıların görüntüleri, Pazarcık merkezli depremlerde yıkılan yüzbinlerce evin bütün görüntülerini yan yaya koyduğumda ekoloji bilgisinden yoksun bir yapılaşmaya ve yerleşim yeri oluşturduğumuzu görüyoruz. Yağışları yerinde tutacak ağaçlandırma, toprağın yapısına uygun üretim planlanması, yerleşim yerlerinin yerin jeolojik yapısına ve ekolojisine göre belirlemek akla gelmeli. İnsanın artan nüfusla birlikte hızla büyüyen plansız kentleri ile bozulan coğrafya, yok edilen doğal flora yanış yapılanma, denetimsizlik, öngörüsüzlük ve diğer bilgiden yoksun işlemlerin sonucu yıkıcı etkiler.
Eğer ekolojiyi bilen yetkililerimiz olsalardı veya ekoloklar, coğrafyacılara, iklim bilimcilerine, jeologlara ve toprak bilimcilerine danışılsaydı veya bu meslek yetkinliğinde olan uzmanlar kamuda istihdam edilseydi bu afetler bu denli ağır külfetli olarak yaşanır mıydı? İklim bilimcileri uyarıyor, kurak bir döneme giriliyor, küremiz ısınıyor, atmosferde daha fazla su buharı var. Kuraklaşan alanlarda yaşanan anı yağışlar sonucu bu sorunlar kaçınılmaz. Kentleri yeninden planlamalıyız, ekoloji bilgisine önem vermeliyiz. AĞAÇLARI KESMEYELİM, ÖZELLİKLEDE BU TÜR BÖLGELERDİ DAHA ÇOK AĞAÇLANDIRALIM, YEŞİL ALANLAR oluşturalım. Nüfusu azaltalım veya büyük kentlerde seyreltelim. İnsanımızı boş şeylerle değil, ekoloji, jeoloji, toprak ve temel bilimler konusunda iyi eğitelim.
Şu ana kadar UYARILAR DİKKATE ALINMADI!
Önerim doğanın işleyişini kabul edip uzman görüşleri ekseninde planlama yaparak afetlerin etkisini azaltmanın yollarını şimdiden arasınlar. Afetlerin maliyeti hesaplanarak bu para bilim ve fen temeli eğitime yatırılsa, inşaların farkındalığı artırılsa, sanırım daha az kayıplar ile sorunlar ile baş edilir. Hiçbir şekilde doğa olayları ile baş etmek mümkün olmayacağı için doğanın işleyişi ve olası etkileri iyi tanımlanmalı. Yoksa! Hep ağlar, sızlar dururuz. Kimsenin bu konuda acıma, merhamet ve empatisi yoktur!
Bilimsel çalışmaların en önemli özelliklerinden biri kuşkuculuktur. Sebep-sonuç ilişkisine bağlı deterministik yaklaşımda her araştırma bulgusu ve sonucu yeniden gözden geçirilmesi işin doğası gereğidir. Araştırma insan sağlığını ve yaşamı üzerine yapılıyorsa tabii ki kuşkuculuk daha da önem kazanmaktadır. Her bilim insanı temelde bu ilkeyi kabul eder ve araştırmalarında uygular. Tabii her aklı başında kişi bu durumu fark eder ve de önemser. Her önüne gelen haber, bilgi ve enformasyona analiz etmeden güvenmez ve inanmaz.
Bilim kandırıldı mı?
İnsan sağlığı en çok önemsememiz gereken konuların başında geliyor. Çünkü öbür tarafım ölüm gibi ciddi bir korku var bedenimizde. Yıllardır çoğumuzun önemsediği sağlıklı yaşam için günde 10 bin adım atılması şartı ve önerilerinin gerçek olmadığı bilimsel araştırmalar ile belirlenmiş durumda. Herkese Bilim ve Teknoloji dergisi (Sayı 387, 7 Eylül 2023) yapılan bir meta analizi sonucu bu savın kuşkulu olduğunu gösteriyor. HBT dergisinin bu sayısındaki “ 10 bin adımlık yürüyüş önerisi pek de doğru değilmiş” yazıda; Halen birçok doktor arkadaşımızın kemerine veya koluna takılı küçük bir alet, şimdilerde ise teflonlardaki bir uygulama ile 10 bin adım sayısını belirten aparat/araçları biliyor/görüyoruz. Tabii doktorlara güveniyoruz. Anlaşılan onlarda yanıltılmış. Meğer işin içinde yine bir şirket, yine bir pazarlama tekniği ve yine o “para” denilen insanı insanlıktan çıkaran “o çıkar ilişkisi” varmış. Yazıda “10.000 adımlık kural şimdiye kadar bilimsel olarak kanıtlanmış değil, daha çok bir Japon firmasının pazarlama stratejine uzanıyor. Tokyo’daki 1964 Olimpiyat Oyunları’yla birlikte Yamasa firması ilk taşınabilir adımsayarı satışa sunmuştu. Aşağı yukarı “on bin adım sayan” anlamına gelen Manpo-kei ile üretici on bin adımın sağlıklı bir yaşam biçimini yansıttığını öne sürünce çabucak genel bir öneriye dönüşmüştü”. Ancak yıllar sonra bu tez sonunda 227.000 kişinin verilerinin meta analiz çürütülmüş sonucunda oldu.
Bilimin doğasında kuşkuculuk ve yanlışlanabilirlik ilkesi vardır
Bilim kuşkuculuk sayesinde geçmişte yapılmış birçok doğru bilgi sanılan teoremi ve hipotezi yeniden inceleyerek yanlışlardan kendini arındırmıştır. Bilim bu bağlamda eleştiriden kaçınmıyor ve kendini her zaman sınatıyor. Karl Popper “teoriler ispatlamak için değil, yanlışlamak için çalışılmalı” der. Bir teoremin doğruluğunu araştırmak yerine onu yanlışlamaya çalışmak bir şekilde birçok önermeye ve yeni araştırmaya dayanacağı için kuram birkaç yönden sınamış olur. On bin adım yürümenin yararının olup olmadığının yeniden sorgulanması doğru bilinen bir bilginin yeniden mercek altına alınmasını sağlayarak bilimin ilkesel işleyişini göstermektedir.
Sağlık ve gıda sektöründe ciddi etik sorunlar yaşanıyor
Ancak önemsediğim diğer konu ise bilim insanlarının insanlık için çabalarına karşın, diğer inşaların bu bilimin bulgularını çıkara dönüştürmeleri, hem de toplum sağlığını bozacak kadar etik değerlerden kopmalarındadır.
Bilimsel araştırmalarda en fazla etik sorunların sağlık ve gıda sektöründe yaşandığını biliyoruz. Çünkü gerçekten ciddi paralar dönüyor ve birçok açgözlünün iştahını kabartıyor. İşin arkasında karteller, holdingler var. Ancak çıkarları için insanlığı denek olarak kullanmaları çok acı verici. Hele hele sağlık bilimcilerini kullanmaları hem acı hem, ahlaki değil hem de derman arayan insanın doktora güvenini sarsıcı niteliktedir. Tabii bu işe başta sağlıkçıların sonrada biz sade vatandaşların bilerek bulaşmamak gerekir.
İnsanın bugün çıkar ilişkilerine yenik düşen ve de kendi doğasında çok olmayan bu denli aç gözü, yalancı, ihtiyacından fazlası için diğer canlıların (cansızlarında) sağlığını ve varlığını tehlikeye atan tutumunu uzun zamandır kritik ediyorum. İnsanlığın bugün yaşadığı birçok sorunlarının altıda yatan ancak insanın fabrika ayarlarında çok da olmayan bu kadar yüksek ben ve çıkar ilişkisi maalesef dünyayı yaşanamaz hale getirdi.
Biyoloji, ekoloji okuryazarlığı mutlaka öğretilmeli
İnsan sağlığını ilgilendiren, biyoloji temelli fizyoloji, psikolojisinin yeniden bilimsel bilgi yolu ile ortaöğretim ve üniversitelerde öğretilmesinin yararlı oluğunu hep vurguluyoruz. Önce kendimizi (beden ve ruh yapımızı) keşfetmeli, sonrada diğer canlıları anlamak için biyoloji, ekoloji okuryazarlığı mutlaka sağlamalıyız. İnsanlığın bu kadar çığırından çıkmış halleri temel bilgi yoksunluğundan ve yaratılan düşmanlaştırılmış kaygılarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Yazıyı önemsedim. Sabah sizler ile paylaşmak istedim. Gününüz aydınlık olsun. Yürüyüşünüzden kopmayın, sağlığınızdan taviz vermeyin. Önce sağlık ve esenlik diyelim. Bilimsel düşünme ilkesi gereği kuşkuculuğu bilerek ve bilinçle kullanalım. Her şeyden de kuşkulanmayalım. Ancak her anlatılana da inanmayalım.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Çerez Onayını Yönet
Cihaz bilgilerini depolamak ve/veya bunlara erişmek için çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bunu tarama deneyimini geliştirmek ve kişiselleştirilmiş (olmayan) reklamlar göstermek için yapıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki gezinme davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize olanak tanıyacaktır. Onay vermemek veya onayı geri çekmek belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.
Functional
Her zaman aktif
The technical storage or access is strictly necessary for the legitimate purpose of enabling the use of a specific service explicitly requested by the subscriber or user, or for the sole purpose of carrying out the transmission of a communication over an electronic communications network.
Tercihler
Teknik depolama veya erişim, abone veya kullanıcı tarafından talep edilmeyen tercihlerin saklanmasının meşru amacı için gereklidir.
Statistics
Sadece istatistiksel amaçlar için kullanılan teknik depolama veya erişim.The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
Marketing
The technical storage or access is required to create user profiles to send advertising, or to track the user on a website or across several websites for similar marketing purposes.